19 Mayıs 2011 Perşembe

Pişmanlık

Bir yudum suyla başladım işe, sonra saatleri günleri düşündüm. Güneşi ve nöbetçisi ayı da elbette. Sonra çocuklarımı, çocuklarımın çocuklarını, olmayacak duaları birer birer düşündüm. Beynime hayran kalmadım ama; ben ölünce o da çürümeyecek miydi nihayet? Allah yaratığı bu mükemmellik kendini toprağa ve solucanlara teslim etmeyecek miydi? Ruh mu kalacaktı baki? Haniydi, nerededeydi?
Ölümün sonrasını aramaya çıkan bir günahkâr olmamın kısa hikâyesi bu işte. Ruhumu aramakla başladım bu kan donduran işe.

Abdest aldım; ruhumu öyle yıkayacağım öngörülmüştü. Sonra müzik; ruhumu öyle doyuracaktım çünkü. Çünkü doymuş bir ruh kendinin farkında olabilirdi ancak. Ancak, öyle olmadı; müzik fayda etmedi. Ya doymadı uykulardaki ruhum, yahut yıllardır alıştığı yokluk kuyusunda içinden hareket etmek gelmedi. Titreyip yekinmedi bile. Orada, yıllardır yaptığı gibi uykulu hareketsiz beklemeye devam etti. Açığa çıkmak için ölmemi bekleyen sinsi bir köpek gibiydi. Endişelendim.

Bu ince uzun parmaklıkların ardında, ötesini göremediğim bir sentetik güneşle sararan tozlu avluda, ben garip, senelerdir bir ruha sahip olmadan yaşayabilmiş ben. Ben, bir karıncayı inceitmekte hiç sakınca görmeyen kendi halinde bir cani, yıllar evvel kaybettiğimi nasıl bulacaktım? Nasıl açacaktım yüreğimiz? Nasıl tutacaktım onu da can havliyle güneşe doğru kaldıracaktım? Nasıl ölebilecektim “yüreği avcunda koşan” bir adam olarak yemyeşil ovalarda?
Kendimi onlara nasıl affettirecektim?

Bir adam, karımı öldürdüm. Bir adam, yirmi üç defa bıçakladım onu. Bir adam, ölürken yüzüne tükürdüm. Bir adam, mahkemede “ben pişman değilim” dedim. Bir adam, namusumu nasıl temizlediğimi anlattım tüm koğuşa. Bir adam, yıllar oldu bak şimdi.

Bir adam yıllar önce karımı yirmi üç yerinden bıçaklayarak öldürdü. Çocukken annesinden ölümden sonraki yaşamları dinlemişti. Bir çocuk, o gece gözlerini kapayıp cenneti hayal etmişti.
Bir çocuk cennette en çok annesinin ölmeyeceği fikrini sevmişti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder