27 Mayıs 2011 Cuma

Çimen Yaprakları ve Bülend Ecevit'in ölmeden önceki hali.


Walt Whitman, bu kitabı alana kadar hakkında bir malumatımın olmadığı bir adamdı. Adilhanda gezerken, sık sık uğradığım bir sahafta rast geldim bu kitaba da, aslında Walt Whitman'dan ötürü değil, çeviren listesindeki isimlerden ötürü aldım kitabı. Kelepir, bir lira.

Sonra kitap hakkında küçük bir araştırma yaptım. Yön yayınlarından "Çimen yaprakları" ismiyle çıkmış bir baskı ve Adam yayınlarından "Seçme şiirler" adıyla çıkmış bir baskısı var. Sayfa sayıları farklı ikisinin de, ancak ikisinin de yayını yok ve yayına hazırlayanı aynı: "Mehmet Fuat".
Bildiğimiz Mehmet Fuat, Nazım Hikmetten olma, pirayeden doğma edebiyatçı. Her neyse, zannediyorum şu an elimdeki baskı (1954 basımı) piyasada var olmayan ama yeni baskı olan kitaplarla aynı içerikte, ancak bir artısı var; çevirmenleri ve yüze doğru hafif bir retro üfleyen dili.

"Bülend Ecevit"in çevirdiği şiiri (şiir, " when lilacs last in the dooryard bloom'd" bunun bir kısmı yalnızca) yazıyorum buraya, imlasına müdahale etmeden. Altına da ingilizcesini koyarım, o zamanın diliyle şimdinin dilini karşılaştırmak için daha iyi bir fırsat olur herhalde.

ÖLÜME TÜRKÜ
Huzur veren güzel ölüm gel,
Dönen çevresinde bu dünyanın ağırdan
Yaklaş herkese gece gündüz
Ergeç gelecek tatlı ölüm.

Övgüler bu sonsuz evrene,
Hayatına, boşluğuna, sevincine,
Sevgisine ögüler; övgüler ölümün
Sımsıkı saran o serin kollarına!

Sessiz adımlarla sokulan görünmez ana,
Sana yaraşır türkülerle karşılıyan yok mu seni?
İşte benden bir öyle türkü sana, seni her şeyin üstünde tutan
Bir türküdür bu sunduğum, sıkılmadan gelesin vatk' erişende.

Yaklaş yaman kurtarıcı,
Sevinçli türkülerim var senin aldıklarına,
Engin denizinin sevgisinde yok olmuştur onlar, ey ölüm,
Mutluluğunda yıkanmıştır onlar.

Sevinçli türküler benden sana,
Rakslar sana, bezenler sana, şölenler,
Geniş toprakların güzelliği, göklerin enginliği,
Hayat ve tarlalar, büyük ve düşünen gece.

Sayısız yıldızların altındaki sessiz gece,
Okyanısın kıyısı, dalgaların tanıdık fısıltısı,
Ve can sana dönmededir, sımsıkı örtülü engin ölüm,
Vücut sana sığınmada.

Ağaçların üzerinden bir türkü yolluyorum sana,
Yükselip alçalan dalgalar, sayısız tarlalar, geniş çayırlar üzerinden,
Kalabalık şehirler, kaynaşan yollar, rıhtımlar üzerinden, ey ölüm.
Bu mutlu türküyü sana yolluyorum.
Bülend Ecevit


Bu da şiirin ingilizcesi;
Come, lovely and soothing Death,
Undulate round the world, serenely arriving, arriving,
In the day, in the night, to all, to each,
Sooner or later, delicate Death.

Prais’d be the fathomless universe, 140
For life and joy, and for objects and knowledge curious;
And for love, sweet love—But praise! praise! praise!
For the sure-enwinding arms of cool-enfolding Death.

Dark Mother, always gliding near, with soft feet,
Have none chanted for thee a chant of fullest welcome? 145

Then I chant it for thee—I glorify thee above all;
I bring thee a song that when thou must indeed come, come unfalteringly.

Approach, strong Deliveress!
When it is so—when thou hast taken them, I joyously sing the dead,
Lost in the loving, floating ocean of thee, 150
Laved in the flood of thy bliss, O Death.

From me to thee glad serenades,
Dances for thee I propose, saluting thee—adornments and feastings for thee;
And the sights of the open landscape, and the high-spread sky, are fitting,
And life and the fields, and the huge and thoughtful night. 155

The night, in silence, under many a star;
The ocean shore, and the husky whispering wave, whose voice I know;
And the soul turning to thee, O vast and well-veil’d Death,
And the body gratefully nestling close to thee.

Over the tree-tops I float thee a song! 160
Over the rising and sinking waves—over the myriad fields, and the prairies wide;
Over the dense-pack’d cities all, and the teeming wharves and ways,
I float this carol with joy, with joy to thee, O Death!

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Metamorfoz

Vücudum şehvetin olur olmazlığına kendini kaptırmış titrerken, meninin bedenimi terkedip karımın bedenine girmesini hissetmeye çalışıyordum. Kasığımdaki titremeleri, kasılmaları hissetmeye vermiştim kendimi, gözlerim kapalıydı.

İçimde büyük bir rahatsızlık hissi ve yabancı bir sıcaklıkla uyanıverdim; karım olmuştum.

O zamandan beri, tüm erkeklerden ve özellikle erken boşalanlardan tiksinirim.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Pişmanlık

Bir yudum suyla başladım işe, sonra saatleri günleri düşündüm. Güneşi ve nöbetçisi ayı da elbette. Sonra çocuklarımı, çocuklarımın çocuklarını, olmayacak duaları birer birer düşündüm. Beynime hayran kalmadım ama; ben ölünce o da çürümeyecek miydi nihayet? Allah yaratığı bu mükemmellik kendini toprağa ve solucanlara teslim etmeyecek miydi? Ruh mu kalacaktı baki? Haniydi, nerededeydi?
Ölümün sonrasını aramaya çıkan bir günahkâr olmamın kısa hikâyesi bu işte. Ruhumu aramakla başladım bu kan donduran işe.

Abdest aldım; ruhumu öyle yıkayacağım öngörülmüştü. Sonra müzik; ruhumu öyle doyuracaktım çünkü. Çünkü doymuş bir ruh kendinin farkında olabilirdi ancak. Ancak, öyle olmadı; müzik fayda etmedi. Ya doymadı uykulardaki ruhum, yahut yıllardır alıştığı yokluk kuyusunda içinden hareket etmek gelmedi. Titreyip yekinmedi bile. Orada, yıllardır yaptığı gibi uykulu hareketsiz beklemeye devam etti. Açığa çıkmak için ölmemi bekleyen sinsi bir köpek gibiydi. Endişelendim.

Bu ince uzun parmaklıkların ardında, ötesini göremediğim bir sentetik güneşle sararan tozlu avluda, ben garip, senelerdir bir ruha sahip olmadan yaşayabilmiş ben. Ben, bir karıncayı inceitmekte hiç sakınca görmeyen kendi halinde bir cani, yıllar evvel kaybettiğimi nasıl bulacaktım? Nasıl açacaktım yüreğimiz? Nasıl tutacaktım onu da can havliyle güneşe doğru kaldıracaktım? Nasıl ölebilecektim “yüreği avcunda koşan” bir adam olarak yemyeşil ovalarda?
Kendimi onlara nasıl affettirecektim?

Bir adam, karımı öldürdüm. Bir adam, yirmi üç defa bıçakladım onu. Bir adam, ölürken yüzüne tükürdüm. Bir adam, mahkemede “ben pişman değilim” dedim. Bir adam, namusumu nasıl temizlediğimi anlattım tüm koğuşa. Bir adam, yıllar oldu bak şimdi.

Bir adam yıllar önce karımı yirmi üç yerinden bıçaklayarak öldürdü. Çocukken annesinden ölümden sonraki yaşamları dinlemişti. Bir çocuk, o gece gözlerini kapayıp cenneti hayal etmişti.
Bir çocuk cennette en çok annesinin ölmeyeceği fikrini sevmişti.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Ucuz lokantalar rehberi No1: Casablanca, Ankara

İnternette bir yemek furyasının varlığı dikkatimi çekiyor, interaktif sözlüklerde uzun zamandır var olan, yeni yeni bloglara da sıçramış olan bir furya ve Vedat Milor bu furyaya bir şekilde gaz veriyor.

İnteraktif sözlüklerin genel kullanıcı kitlesi orta sınıf gençlerinden oluşan, e steril bir kitle olduğu için, gidilen mekanların genel fiyat aralığını 10-14 liralık yemekler oluşturuyor. 30 liralık yemeklerin menülerde olduğu yerler bile çarpıyor gözüme zaman zaman, üzülüyorum. Zihniyeti olacak o kadar'lar ve yetmiş-seksen kuşağı yeşilçam filmleriyle düğüm düğüm olmuş bir tek maaş öğretmen çocuğu olarak bunları gördükçe üzülüyorum.
Aklıma kemal sunal'ın haşlanmış patates yediği, şefinin kebap yediği sahne geliyor.

Ankarada yaşıyorum, hayatımda sanırım üç veya dört defa Tunalı caddesine gittim. Övünerek söyleyebilirim ki, orada hiç yemek yemedim. Park caddesi (adını yeni yeni duyuyorum, yeni gözde mekan) ile hiç bir ilişkim olmadı, sanırım yanından bile geçmişliğim yok. Arjantin caddesini bir kere uzaktan gördüm. Ve burger king, mcDonalds gibi restoranların da pahalı olduğunu düşünüyorum. Etin kilosunun 18 lira olduğu bir yerde, 200 gram et yemek için 15 lira para ödemenin bir nevi "sınıfa hakaret" olacağını düşünen bir garip ademoğluyum.

Gelelim mevzunun aslına; kızılayda, orada burada tadı güzel, ucuz yemekler satan fakat hijyenik olmayan, kötü servisi olan, kısaca "lüks" kısımları törpülü bildiğim bazı mekanları sizinle paylaşacağım. Mekanlarda kullanılan etlerin et olduğuna canı gönülden inanıyorum, zira aşağı yukarı yedi yıldır buralarda yiyorum yemeğimi. Aklıma geldikçe, mekanlara uğradıkça yazacağım, şimdilik ilk yazacağım yerin resmi, kesin bilgisi olmayacak, mazur görün.
Casablanca Cafe
Haritada şöyle görünüyor: Casablanca

Yine de küçük bir açıklama geçmek gerekirse; uzay internet kafenin hemen yanı, ziraat bankasından iç tarafa doğru girdiğinizde (köprü tarafından) solda kalıyor. Sakarya tarafından gelirseniz, sakaryanın bitişindeki o üst geçitten sağa döneceksiniz, sağınızda kalacak.

Benim Casablanca'ya gitmeye başlamam lise zamanına rastlar, tüm tavuğu o zaman altı liraya yerdik. Gittiğimde genelde kızarmış tavuk yiyorum, size de onu öneririm, ama dönerin tadı da kötü değil, lahmacunun da gideri var bence.

Tüm tavuk şimdi 11 lira. İki kişi giderseniz şöyle bir çakallık yapmanızı öneririm, bir tane tüm tavuk alıp (zaten girişte kasadan alıyorsunuz, ondan sonra ordaki fişle olayı hallediyorsunuz) hazırlayan abiye "abi yarım yarım yap" derseniz iki tabak hazırlıyor, patatesiyle, pilavıyla güzel bi yemek oluyor beş buçuk kaada, küçük çaplı bir ziyafet çekiyorsunuz. Tavuğun dışı nar gibi kızarıyor. Kullandıkları tavukların yağlı olması tavuklara tat katıyor, bilen bilir yemeğin en güzel kısmı yağıdır.

Onun dışında, iki lahmacun 3 lira ve çift lavaşa tavuk döner de 2.5 lira.

Bir de kampanyalı günlerden bahsetmem lazım, kampanya günlerinde o güne özel yemek daha ucuz, cuma günleri tavuk iskender 3.5 liraydı sanırım, bence güzel.

Menülerde "bardak kola" diye bir tabir geçiyor, kullandıkları kola kola turka. Benim için o açıdan da problem yok, ama problem yapacak arkadaşların bilgisine olsun dedim.

Bir de yemeği bitirdiğinizde çay isterseniz ikram ediyorlar. Özellikle istemeniz lazım yalnız, yoksa vermiyolar direk. İkram etmeseler de çay 1 lira. Türk kahvesi de 2.5 lira.

Hiç değilse gidip içindeki eski Humprey Bogart posterlerine bakılmalı, benim notum on üzerinden baya yüksek.

17 Mayıs 2011 Salı

Kir

Yirmi bir gün önce orada olan küçük kahverengi bir parça kir, hâlâ orada. Yatağımın kenarındaki hastanelere özgü yeşil rengiyle bekçilik yapan portatif perdenin sol üst tarafında, hapishane duvarlarına geçen her günü işaretlemek için atılan çentikler gibi kendinden emin, duruyordu. Bir taneydi, bir tanecik. Hemşireden o kiri temizlemesini istemiştim, yerini de tarif etmiştim üstelik. Bulamamıştı. Temizlikçi de, doktor da, refakatçim de bulamamıştı. Ben de kirimle yaşamayı öğrenmiştim sonra, her gün ona bakıyor ve kaç çizgi çizdiğimi hesap ediyordum. Sıkılıyordum.


Böyle bir adam değildim. Bir yerde yatmak, yalnızca yatmak bana göre olmamıştı hiç. Hep böyle olmuştum ben. Zayıf, orta boylu bir çocuktum, ama yapımın tersine arkadaşlarıma hükmederdim, onlara istediğimi yaptırırdım, gerçek anlamda tek lider bendim. Pek çok oyunu ben başlatmazdım belki, ama başlayan oyunun içinde ben olmazsam, o oyun oynanmazdı. Oyunlara kimin girip kimin girmeyeceğine de ben karar verirdim. Sevmediğime yumruğu patlatır evine gönderirdim. Üstünlüğü kabullenmişlerdi, daha önceki deneyimlerinden korkar, ağlayarak evlerine giderlerdi. Bir gün, mahalledeki çocuklardan biri, isyan edecek olmuştu bu duruma:
“Top benim topum ulan! Takımı ben kuracağım” demişti hırsla. Ben de sinirlenmiştim tabii, ama bu sefer dövmek fayda etmeyecekti, topu alıp yola atmıştım.
“Hadi siktir git al o topu şimdi” demeden büyük bir patlama bize topun bir otobüsün altında kaldığını ilan etmişti. Tüm başlar topun sahibine döndü o an, suçlu ben değildim, oydu.
“Ne olurdu be takımı o seçseydi, al top patladı senin yüzünden” der gibiydi her biri, suçluyordu.

“Hadi saklambaç oynayalım” dedim. “Ama sen oynamayacaksın, evine git”

Bu lider tavrı hep çok sevdim, ondan hayatım boyunca vazgeçmedim. Çocukluğum bitip, gençliğim geldiğinde ayakta durmamı sağlayan bu kararlılığımdı. Gençliğim, benim güzel, baharlarla dolu gençliğim. Gençliğimde kadın, gençliğimde başarı, gençliğimde para vardı. Gençliğimde hep bana imrenen adamlar vardı, tuttuğumu koparırdım, babamın deyimiyle “ateş gibi adam”dım. Yalnızca bir defa terk edildim. Onu yanımda süs gibi taşıdığımı ve başka kızlarla ilgilendiğimi iddia eden bir sevgilim yapmıştı bunu, “ Sen bunun hesabını vereceksin” demiştim. Ağlayarak kaçmıştı benden. Sonra hesap sormadım, ama hayatını karartmaya uğraştım hep, bilmiyorum, belki de başarmışımdır. Hayatımın arka planında hiç melankolik şarkılar çalmadı. Bazen çok sinirlenirdim, nefretim sert olurdu, karşımdakini diz çöktürmeye bayılırdım.

Okulda başarılıydım, daha sonra kuracağım şirketin temellerini okurken atmıştım. Ticaret, tam benim işimdi. Kısa zamanda büyüttüm işleri. Yönetim konusunda da çocukluktan gelen bir yeteneğim vardı belli ki, çalışanlar otoritemi kabullenmiş, söylediğimi harfiyen yapar hale gelmişti bir süre sonra. Hiç birine acımazdım, çünkü ben düşersem, onların patronu olmaktan çıkıp onların işçisi olursam onların bana acımayacağını bilirdim. Malzemeyi sürekli heba edip beni zarara uğratan beceriksiz bir işçi, onu kovacağımı söyleyince ayaklarıma kapanmış, ne kadar zor durumda olduğunu anlatmaya girişmişti. Onda, düşmüş kendimi görmüştüm, onun ayaklarına kapanmış yalvarıyordum. İşte, onun vereceği hükmü veriyordum şimdi, benim yerimde olsaydı o da tam olarak şunları söylerdi:
“Sen bir daha buraya adım atmayacaksın”.


Ne oldu da buraya düştüm? Yirmi bir gündür onu düşünüyorum. Tanrı belki ironik bir şeyler yapmaya karar vermişti, ibretlik, hikâyelik. İnsanlara anlatılacak, insanlara huşu içinde, dünya malı, dünya malı ve dünya malı ile birlikte anlatılacak uzun, sonu acıklı bir hikâye daha olsun istemişti belki. Öyle olmalı. Dünyamız şakalar ve ironiler dünyası ne de olsa!

“Ahmet Bey, size kötü bir haberimiz var” demişti doktor. Özel bir hastaneye, midemdeki ağrının sebebini öğrenmek için gitmiş, uzun süren tetkik ve muayene safhasından sonra nihayet sonucu öğrenmek için doktorun karşısına oturmuştum.
“Ama bu haberi vermeden önce şunu söyleyeyim, sakin olun, durumu kontrol altına alabileceğimize inanıyoruz. Tabii, sizin de moralinizi bozmamanız ve önerilerimizi yerine getirmeniz gerek. Hastalığınız ağır, ancak kurtulan hastalar da var” içimde bir yerlerde, damarlarımda belki, dolaşan hissi bir yerden tanıyordum. Bu nefretti, bu baş dönmesi, bu kan hücumu olsa olsa nefretti. Başka türlüsüne hiç tanık olmamıştım.
“Anladığımız kadarıyla kanser olmuşsunuz, hastalığınız biraz ileri bir safhada, Tedavinize hemen başlamayı öneriyoruz.” Dediğinde nefret olmadığını anladım ancak.
Tedavi yüzünden yürümekte bile zorlanır olmuştum. Kemoterapi odasına girer girmez miden bulanmaya başlıyordu artık. Sıvı, ağır ağır damlayıp koluma bir iğneyle bağlı ince, şeffaf bir borudan geçiyor, kanıma karışıyordu. Sanki hastalıktan daha ağırdı bu, içimde yakıcı bir şeylerin dolaştığını hissediyordum. Tedavi ilerledikçe daha da zayıf düştüm. Nihayet, bakımıma hastanede devam edilmesine karar verildi. İşte, yirmi bir gün önce, hastane yeşili perdenin sol üstündeki kir ile bu karar üzerine tanıştım.

Hastaneye taşınmadan önce, ölüm fikri ile çok haşır neşir olmuştum zaten. Ölüm uzak geliyordu bana, hâlâ bir şeyler yapmak istiyordum ben, hâlâ bir şeyler yapabilirmişim gibime geliyordu. Bu kadar boş yaşayan insan varken benim ölümüm anlamsızdı. Doktorla konuşurken içimde beliren duyguyu da git gide daha fazla tanıyordum artık, nefret değildi, korkuydu galiba. Çaresizlikle karışık bir korku haliydi, nefretten farkı, karşıda savaşabileceğin, intikam alabileceğin bir rakibin olmamasıydı. Takdiri ilahi, kansere iğne batıramıyordunuz.


Hastaneye yattım. Odam güzeldi. Televizyonum, buzdolabım, refakatçim için güzel bir yatak vardı ve saat iki buçuk ile beş arasında güneşi bile görebiliyordum. Sıkıntı tek problemdi, istediğini yapmaya alışmış bir adamdım daha önceden. Ayağa kalkmamı tanrı, bir bilgisayar veya telefon vasıtasıyla işimle uğraşmayı da doktorlar yasaklamıştı. Dediklerine göre dinlenmeliymişim, sıkıntı yapmamalıymışım hiçbir şeyi. Ben de hiçbir şeyi sıkıntı yapmamayı isterdim elbet, şu kiri temizleseler sıkıntı yapacak hiçbir şeyim kalmayacaktı zaten. O kir beni hastalığımdan daha çok rahatsız eder olmuştu.

Güneşi izleyip ölümü düşünüyordum, ölüm tuhaf bir sondu. Hakiki, bütün sonlardan daha hakiki bir son. Öncesini düşünmeye izin veriyordu ancak. İleriye bakmaya alışmış ben, ileriye bakamıyordum. İlerisi yoktu! Geriye baktım bu yüzden, yaptıklarıma. Yola attığım topu düşündüm mesela, “Sen oynamayacaksın” diyişimi. Elinde patlak topuyla giden çocuğun ardından küfredişimi hatırladım. Kir büyüdü. İşten kovduklarımı. “Sen bir daha buraya adımını atmayacaksın” diyişimi hatırladım, kir biraz daha büyüdü. Ağlayarak artık ona yaptıklarıma dayanamadığını söyleyen sevgilime “Sen bunun hesabını vereceksin” diyişimi hatırladım, kir artık görmezden gelinemez bir büyüklükteydi, koca kahverengi-kara bir topak, yeşilliği kirletmeye and içmiş bir ziyaretçiydi. Bu düşüncelerle boğuşurken gerçek bir sona hazır olmadığıma karar verdim. Ve hazır olmayan her insan gibi umut etmeye başladım. İyileşirsem değişmeliydim, evet hayatım çok güzeldi, param, karizmam, itibarım, her şeyim vardı. Bunlar ne işe yaramıştı peki? Benden başka kime yararı dokunmuştu? Bu düşünceler beni yeni bir umutla, güzel bir şeyler yapma isteğiyle doldurmuştu ve nihayet, damarlarımda sinirli bir ejderha gibi dolaşan o korku uçmuş gitmişti. Servetimin tamamını bir hayır kurumuna bağışlamaya karar verdim. Bir sona hazırlıyordum kendimi, bu iyiydi.

Sonra, hiç beklemediğim bir şey oldu, sanıyorum tanrı, oluşturmaya başladığı hayat hikâyesinin gidişinden çok memnun olmuştu ve devam etmesini istiyordu. Kendi arasında konuşan ziyaretçilerimden duyduklarım durumumun iyiye gittiğine yönelik işaretler gösteriyordu. Refakatçimin anlattıkları da olumluydu, dediğine göre kanser gerilemişti, beni bir ameliyata alıp temizleyeceklerdi hastalıklı kısmı. Bir kâğıt imzaladım, ne yazdığına bakmadım açıkçası, heyecanlıydım, aylar sonra, nihayet!

Ameliyat gerçekten iyi gelmişti, bütün ağrılarım birden kesilmişti, yalnız söylenilene göre biraz daha hastanede gözetim altında kalmalıydım. İçimdeki umut git gide büyüyordu, ölmeyecektim! Dua dahi etmemiştim ama söylediklerim dua etkisi göstermiş olmalıydı. Kendi kendime söz verdiklerimi yapacaktım, hayatım boyunca kötü bir adam olmuştum ben, artık öyle olmayacaktım, insanlara umut dağıtacaktım, hatta kanser hastalarına destek fonu bile oluşturabilirdim. Mesela lösemili çocuklar için yardımlar yapardım, hasta yakınlarını işe alırdım. Hatta yanımda çalışanların hastalarına elimde bir kilo baklavayla ziyarete gidebilirdim örneğin, güler bir yüzle karşılarlardı beni işte o zaman, hasta çocuklar beceriksizce sarılırlardı yattıkları yatakta belime, dökülmüş saçlarıyla tatlı tatlı gülerlerdi, ağabey gibi öperlerdi beni, belki sevinçten ağlarlardı bile. Tıpkı filmlerdeki gibi olurdu. Ben giderdim, arkamdan ne kadar iyi adam olduğumu anlatırlardı. Lösemili çocuklara oyuncak alacağım zaman yüzlerinde belirecek olan sevinci hayal etmeye başlamıştım hastanedeki odamda, güneş artık saat üçte geliyordu pencereme, iki saat kadar durup gidiyordu. Batışını hayal ediyordum, hayat, ah hayat, değişen hayat, güzel hayat, incitmeyen, öpen, seven, dokunan hayat! Onu bekliyordum, hasta yatağımda, kanseri yenmiş, muzaffer bir asker gibi onu bekliyordum. Yeşil perdedeki kir temizlenmişti nihayet. Ve arka planda güzel bir şarkı çalıyordu bu sefer!

***

“Nuri Bey, bir saniye konuşabilir miyiz?” dedi doktor. Nuri yere bakan gözlerini doktora çevirdi, ayağa kalktı:
“Buyurun. Haberler nasıl?” dedi sessizce. Doktor başını sağa sola salladı:

“Maalesef, hastayı kaybettik.” Nuri yavaşça oturdu yerine. Doktora baktı. Abisi kendini kaybedip komaya girdiğinden beri, ona söylediği yalanı düşünüyordu. Abisini, onu hastalığından kurtaracak bir ameliyata gireceğine inandırmıştı. Aslında ameliyat yalnızca onun acılarını dindirmek için omuriliğinin kesilmesinden ibaretti. İyi bir şey mi yapmıştı Nuri? Allah belasını versin, abisine kısa bir süre sonra öleceğini, keyfine göre davranması gerektiğini mi söylemeliydi? Ne yapacaktı, abisi ne isterdi? Acı çekmemeyi mi, iki hafta daha yaşamayı mı? Bilemiyordu. Hiç bilememişti. Doktora destek almak için bakıyordu, yaptığının doğru olduğunu teyit etmesi için. Doktor anlamsızca bakıyordu Nuri’ye, onun bakışından hiçbir şey anlayacak durumda değildi. Nuri’nin kafasının içindeki Doktor:
“Müsterih olun Nuri bey, siz iyi olanını yaptınız, ağabeyiniz yaşasa size teşekkür ederdi” diyordu.
“Keşke yaşasaydı da uzun uzun teşekkür etseydi.” Dedi Nuri sessizce yine. Başparmağındaki kiri temizlemek için tuvalete yöneldi.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Öküzün Tren'e

Deli, kapkara, dev gibi bir boğaydı. Gençliğinin yemyeşil ovaları tükenmiş, artık kuru, susuz bir düzlüğe gelmişti. Yaşı ilerlemiş her boğa gibi, onun erkekliğini de aldılar elinden. Bundan sonra, ona öküz diye hitap ettiler.

Erkekliğini kaybettikten sonra huyu değişti Deli'nin. Yumuşak başlı biri oldu, sakin sakin duruyor, yaşadığı hayatın aslında ne kadar anlamsız olduğunu kendi kendine tekrar ediyordu. Eskiden, genç ve kuvvetli bir boğayken, hayatın anlamının döl vermek, neslini sürdürmek olduğunu düşünürdü; hiç aşık olmamıştı.

Şimdi, döl verme kuvvetini kaybettiği ve alay konusu olduğu bu günlerde, belki de hiç aşık olmayarak bir yanlış yaptığını düşünüyordu. Yıllarca döl vermiş, nesil sürdürmüştü de ne olmuştu? Çocukları insanlara yem ve köle olmamış mıydı? Bu muydu onun hayatının amacı? Yaşadığı hayatın anlamsızlığı onu düşündürüyor, Deli'yi intiharın kıyılarına sürükleyip duruyordu.

Sonra bir gün, her öküzün kaderinde olan bir şey, ona da oldu. Deli, parlak raylar üzerinde hızla giden, İstanbul'dan yolcu toplayıp doğu anadoluya yolcu getiren o trene aşık oldu; Doğu anadolu ekspresine.

Nihayet aşkını, hayatının yeni anlamını bulmuştu. Her şey çok çabuk gelişti, Deli, yalnızca beş sefer gördüğü trene delicesine aşık olmuştu. Hadım edildikten sonraki içe kapanıklığı onu perişan ediyordu. Yalnızca bakabiliyordu trene, içindekileri söylemye bir türlü cüret edemiyordu. Bu aşk onunla beraber mezara gidecekti görünüşe göre.

Öyle olmadı.

Deli, gençliğindeki heyecanı hâla tam olarak kaybetmiş değildi. Evet, konuşamayacaktı belki ama bir dahaki buluşma için kesin kararını vermişti, sevdiğini bir şekilde şaşırtacak, o da eğer olumlu bir yanıt verirse beraber yepyeni bir hayata yelken açmanın saadetini tadacaktı. İki gün bekledi sevdiğini, nihayet zamanı geldiğinde rayların kenarında duruyordu.
Karşıdan, sevgilisinin geldiğini gördü, biraz tereddüt etti, olur muydu? Olumlu bir cevap alabilir miydi? Sevgilisi yaklaşıyordu, harekete geçmeliydi. Yada geçmemeli miydi? Ya ondan rahatsız olup geldiği yolu değiştirip, oraya bir daha hiç uğramamaya karar verseydi? Ne yapardı deli o zaman? Sevdiği yaklaşmaya devam ediyordu, Deli bir anda kararını verdi, raylara çıktı ve delicesine sevdiği Doğu ekspresine yürekten bir öpücük kondurmak için dudaklarını ileri uzattı.

8 Mayıs 2011 Pazar

Aşık olan fotoğraf makinaları

Ahmet bir fotoğraf makinasıydı ve bir mankene fena halde vurulmuştu. Ahmet, yapısı gereği ara ara gören, sık sık sadece bakan bir makinaydı. Yüzyıllık bir geyiği sürdürmek zorunda oluşu onu da elbette üzüyordu ama, yapacak bir şeyi yoktu; Ahmet bir fotoğraf makinasıydı ve yalnızca ona ihtiyaç duyulduğunda görürdü.

İşte, bizim aylarımıza göre yaklaşık beş ay önce görmüştü sevdiğini. Onu görünce içinde bir yerler “çıt” etmişti. Sonra “klik” de etmişti içindeki o yer; sevgilisini Ahmetin o muazzam hafızasına atıvermişti. Ahmet, yaşamı boyunca çok manken görmüştü. Onlara ve onların o sahte gülüşlerine, sahte çekici dudaklarına ve sahte ince bellerine çok aşinaydı. Hatta bir gün, mankenleri beğenmemesinin anormal olup olmadığını düşünmüş, ibne olup olmadığı hakkında kafa patlatmıştı. Ardından flaş patlamıştı ve Ahmet onu görmüştü. Hayır, kesinlikle ibne değildi. Ahmet artık aşık bir Ahmet olmuştu.

Her gün, sahibi onu kapatmadan önce bir fırsatını bulur sevgilisinin resimlerine bakardı, daha doğrusu “düşünürdü” onları. Ahmet, her ayrıntıyı kaydedebilen harika bir hafızaya sahipti. Sahibi onu kapatana kadar biraz uğraşır, nihayet Ahmet’in pilini çıkarır kenara koyardı. Olsundu, Ahmet için bu kısacık süreler de yeterdi. Sevgilisi, ah onun o güzel sevgilisi.

Bir gün, Ahmetteki bu aşıklık halini anlamayan, onu bozuldu zanneden sahibinin aklına bir fikir geldi. Ahmetin sökülüp takılabilir o muhteşem hafızasındaki her şeyi zalim bil bilgisayarın eline teslim etti ve hafızasına format attı.

Sevdiğinin, o kirpiklerinden hayat ışığı fışkıran, göz kapaklarında cennet yatan, dilinden en güzel sesler çıkan sevgilisinin hayali hafızasından kaybolup giden Ahmet dayanamayıp delirdi. Ahmet’in neden bu hale geldiğini yine anlamayan sahibi, onun iyice bozulduğuna kanaat getirdi ve onu karanlık bir deponun ücra bir köşesine attı.

Her meczup gibi ne hatırladığına, neyin hakikat olduğuna emin olmadan karanlıkları çekti Ahmet.