17 Mayıs 2011 Salı

Kir

Yirmi bir gün önce orada olan küçük kahverengi bir parça kir, hâlâ orada. Yatağımın kenarındaki hastanelere özgü yeşil rengiyle bekçilik yapan portatif perdenin sol üst tarafında, hapishane duvarlarına geçen her günü işaretlemek için atılan çentikler gibi kendinden emin, duruyordu. Bir taneydi, bir tanecik. Hemşireden o kiri temizlemesini istemiştim, yerini de tarif etmiştim üstelik. Bulamamıştı. Temizlikçi de, doktor da, refakatçim de bulamamıştı. Ben de kirimle yaşamayı öğrenmiştim sonra, her gün ona bakıyor ve kaç çizgi çizdiğimi hesap ediyordum. Sıkılıyordum.


Böyle bir adam değildim. Bir yerde yatmak, yalnızca yatmak bana göre olmamıştı hiç. Hep böyle olmuştum ben. Zayıf, orta boylu bir çocuktum, ama yapımın tersine arkadaşlarıma hükmederdim, onlara istediğimi yaptırırdım, gerçek anlamda tek lider bendim. Pek çok oyunu ben başlatmazdım belki, ama başlayan oyunun içinde ben olmazsam, o oyun oynanmazdı. Oyunlara kimin girip kimin girmeyeceğine de ben karar verirdim. Sevmediğime yumruğu patlatır evine gönderirdim. Üstünlüğü kabullenmişlerdi, daha önceki deneyimlerinden korkar, ağlayarak evlerine giderlerdi. Bir gün, mahalledeki çocuklardan biri, isyan edecek olmuştu bu duruma:
“Top benim topum ulan! Takımı ben kuracağım” demişti hırsla. Ben de sinirlenmiştim tabii, ama bu sefer dövmek fayda etmeyecekti, topu alıp yola atmıştım.
“Hadi siktir git al o topu şimdi” demeden büyük bir patlama bize topun bir otobüsün altında kaldığını ilan etmişti. Tüm başlar topun sahibine döndü o an, suçlu ben değildim, oydu.
“Ne olurdu be takımı o seçseydi, al top patladı senin yüzünden” der gibiydi her biri, suçluyordu.

“Hadi saklambaç oynayalım” dedim. “Ama sen oynamayacaksın, evine git”

Bu lider tavrı hep çok sevdim, ondan hayatım boyunca vazgeçmedim. Çocukluğum bitip, gençliğim geldiğinde ayakta durmamı sağlayan bu kararlılığımdı. Gençliğim, benim güzel, baharlarla dolu gençliğim. Gençliğimde kadın, gençliğimde başarı, gençliğimde para vardı. Gençliğimde hep bana imrenen adamlar vardı, tuttuğumu koparırdım, babamın deyimiyle “ateş gibi adam”dım. Yalnızca bir defa terk edildim. Onu yanımda süs gibi taşıdığımı ve başka kızlarla ilgilendiğimi iddia eden bir sevgilim yapmıştı bunu, “ Sen bunun hesabını vereceksin” demiştim. Ağlayarak kaçmıştı benden. Sonra hesap sormadım, ama hayatını karartmaya uğraştım hep, bilmiyorum, belki de başarmışımdır. Hayatımın arka planında hiç melankolik şarkılar çalmadı. Bazen çok sinirlenirdim, nefretim sert olurdu, karşımdakini diz çöktürmeye bayılırdım.

Okulda başarılıydım, daha sonra kuracağım şirketin temellerini okurken atmıştım. Ticaret, tam benim işimdi. Kısa zamanda büyüttüm işleri. Yönetim konusunda da çocukluktan gelen bir yeteneğim vardı belli ki, çalışanlar otoritemi kabullenmiş, söylediğimi harfiyen yapar hale gelmişti bir süre sonra. Hiç birine acımazdım, çünkü ben düşersem, onların patronu olmaktan çıkıp onların işçisi olursam onların bana acımayacağını bilirdim. Malzemeyi sürekli heba edip beni zarara uğratan beceriksiz bir işçi, onu kovacağımı söyleyince ayaklarıma kapanmış, ne kadar zor durumda olduğunu anlatmaya girişmişti. Onda, düşmüş kendimi görmüştüm, onun ayaklarına kapanmış yalvarıyordum. İşte, onun vereceği hükmü veriyordum şimdi, benim yerimde olsaydı o da tam olarak şunları söylerdi:
“Sen bir daha buraya adım atmayacaksın”.


Ne oldu da buraya düştüm? Yirmi bir gündür onu düşünüyorum. Tanrı belki ironik bir şeyler yapmaya karar vermişti, ibretlik, hikâyelik. İnsanlara anlatılacak, insanlara huşu içinde, dünya malı, dünya malı ve dünya malı ile birlikte anlatılacak uzun, sonu acıklı bir hikâye daha olsun istemişti belki. Öyle olmalı. Dünyamız şakalar ve ironiler dünyası ne de olsa!

“Ahmet Bey, size kötü bir haberimiz var” demişti doktor. Özel bir hastaneye, midemdeki ağrının sebebini öğrenmek için gitmiş, uzun süren tetkik ve muayene safhasından sonra nihayet sonucu öğrenmek için doktorun karşısına oturmuştum.
“Ama bu haberi vermeden önce şunu söyleyeyim, sakin olun, durumu kontrol altına alabileceğimize inanıyoruz. Tabii, sizin de moralinizi bozmamanız ve önerilerimizi yerine getirmeniz gerek. Hastalığınız ağır, ancak kurtulan hastalar da var” içimde bir yerlerde, damarlarımda belki, dolaşan hissi bir yerden tanıyordum. Bu nefretti, bu baş dönmesi, bu kan hücumu olsa olsa nefretti. Başka türlüsüne hiç tanık olmamıştım.
“Anladığımız kadarıyla kanser olmuşsunuz, hastalığınız biraz ileri bir safhada, Tedavinize hemen başlamayı öneriyoruz.” Dediğinde nefret olmadığını anladım ancak.
Tedavi yüzünden yürümekte bile zorlanır olmuştum. Kemoterapi odasına girer girmez miden bulanmaya başlıyordu artık. Sıvı, ağır ağır damlayıp koluma bir iğneyle bağlı ince, şeffaf bir borudan geçiyor, kanıma karışıyordu. Sanki hastalıktan daha ağırdı bu, içimde yakıcı bir şeylerin dolaştığını hissediyordum. Tedavi ilerledikçe daha da zayıf düştüm. Nihayet, bakımıma hastanede devam edilmesine karar verildi. İşte, yirmi bir gün önce, hastane yeşili perdenin sol üstündeki kir ile bu karar üzerine tanıştım.

Hastaneye taşınmadan önce, ölüm fikri ile çok haşır neşir olmuştum zaten. Ölüm uzak geliyordu bana, hâlâ bir şeyler yapmak istiyordum ben, hâlâ bir şeyler yapabilirmişim gibime geliyordu. Bu kadar boş yaşayan insan varken benim ölümüm anlamsızdı. Doktorla konuşurken içimde beliren duyguyu da git gide daha fazla tanıyordum artık, nefret değildi, korkuydu galiba. Çaresizlikle karışık bir korku haliydi, nefretten farkı, karşıda savaşabileceğin, intikam alabileceğin bir rakibin olmamasıydı. Takdiri ilahi, kansere iğne batıramıyordunuz.


Hastaneye yattım. Odam güzeldi. Televizyonum, buzdolabım, refakatçim için güzel bir yatak vardı ve saat iki buçuk ile beş arasında güneşi bile görebiliyordum. Sıkıntı tek problemdi, istediğini yapmaya alışmış bir adamdım daha önceden. Ayağa kalkmamı tanrı, bir bilgisayar veya telefon vasıtasıyla işimle uğraşmayı da doktorlar yasaklamıştı. Dediklerine göre dinlenmeliymişim, sıkıntı yapmamalıymışım hiçbir şeyi. Ben de hiçbir şeyi sıkıntı yapmamayı isterdim elbet, şu kiri temizleseler sıkıntı yapacak hiçbir şeyim kalmayacaktı zaten. O kir beni hastalığımdan daha çok rahatsız eder olmuştu.

Güneşi izleyip ölümü düşünüyordum, ölüm tuhaf bir sondu. Hakiki, bütün sonlardan daha hakiki bir son. Öncesini düşünmeye izin veriyordu ancak. İleriye bakmaya alışmış ben, ileriye bakamıyordum. İlerisi yoktu! Geriye baktım bu yüzden, yaptıklarıma. Yola attığım topu düşündüm mesela, “Sen oynamayacaksın” diyişimi. Elinde patlak topuyla giden çocuğun ardından küfredişimi hatırladım. Kir büyüdü. İşten kovduklarımı. “Sen bir daha buraya adımını atmayacaksın” diyişimi hatırladım, kir biraz daha büyüdü. Ağlayarak artık ona yaptıklarıma dayanamadığını söyleyen sevgilime “Sen bunun hesabını vereceksin” diyişimi hatırladım, kir artık görmezden gelinemez bir büyüklükteydi, koca kahverengi-kara bir topak, yeşilliği kirletmeye and içmiş bir ziyaretçiydi. Bu düşüncelerle boğuşurken gerçek bir sona hazır olmadığıma karar verdim. Ve hazır olmayan her insan gibi umut etmeye başladım. İyileşirsem değişmeliydim, evet hayatım çok güzeldi, param, karizmam, itibarım, her şeyim vardı. Bunlar ne işe yaramıştı peki? Benden başka kime yararı dokunmuştu? Bu düşünceler beni yeni bir umutla, güzel bir şeyler yapma isteğiyle doldurmuştu ve nihayet, damarlarımda sinirli bir ejderha gibi dolaşan o korku uçmuş gitmişti. Servetimin tamamını bir hayır kurumuna bağışlamaya karar verdim. Bir sona hazırlıyordum kendimi, bu iyiydi.

Sonra, hiç beklemediğim bir şey oldu, sanıyorum tanrı, oluşturmaya başladığı hayat hikâyesinin gidişinden çok memnun olmuştu ve devam etmesini istiyordu. Kendi arasında konuşan ziyaretçilerimden duyduklarım durumumun iyiye gittiğine yönelik işaretler gösteriyordu. Refakatçimin anlattıkları da olumluydu, dediğine göre kanser gerilemişti, beni bir ameliyata alıp temizleyeceklerdi hastalıklı kısmı. Bir kâğıt imzaladım, ne yazdığına bakmadım açıkçası, heyecanlıydım, aylar sonra, nihayet!

Ameliyat gerçekten iyi gelmişti, bütün ağrılarım birden kesilmişti, yalnız söylenilene göre biraz daha hastanede gözetim altında kalmalıydım. İçimdeki umut git gide büyüyordu, ölmeyecektim! Dua dahi etmemiştim ama söylediklerim dua etkisi göstermiş olmalıydı. Kendi kendime söz verdiklerimi yapacaktım, hayatım boyunca kötü bir adam olmuştum ben, artık öyle olmayacaktım, insanlara umut dağıtacaktım, hatta kanser hastalarına destek fonu bile oluşturabilirdim. Mesela lösemili çocuklar için yardımlar yapardım, hasta yakınlarını işe alırdım. Hatta yanımda çalışanların hastalarına elimde bir kilo baklavayla ziyarete gidebilirdim örneğin, güler bir yüzle karşılarlardı beni işte o zaman, hasta çocuklar beceriksizce sarılırlardı yattıkları yatakta belime, dökülmüş saçlarıyla tatlı tatlı gülerlerdi, ağabey gibi öperlerdi beni, belki sevinçten ağlarlardı bile. Tıpkı filmlerdeki gibi olurdu. Ben giderdim, arkamdan ne kadar iyi adam olduğumu anlatırlardı. Lösemili çocuklara oyuncak alacağım zaman yüzlerinde belirecek olan sevinci hayal etmeye başlamıştım hastanedeki odamda, güneş artık saat üçte geliyordu pencereme, iki saat kadar durup gidiyordu. Batışını hayal ediyordum, hayat, ah hayat, değişen hayat, güzel hayat, incitmeyen, öpen, seven, dokunan hayat! Onu bekliyordum, hasta yatağımda, kanseri yenmiş, muzaffer bir asker gibi onu bekliyordum. Yeşil perdedeki kir temizlenmişti nihayet. Ve arka planda güzel bir şarkı çalıyordu bu sefer!

***

“Nuri Bey, bir saniye konuşabilir miyiz?” dedi doktor. Nuri yere bakan gözlerini doktora çevirdi, ayağa kalktı:
“Buyurun. Haberler nasıl?” dedi sessizce. Doktor başını sağa sola salladı:

“Maalesef, hastayı kaybettik.” Nuri yavaşça oturdu yerine. Doktora baktı. Abisi kendini kaybedip komaya girdiğinden beri, ona söylediği yalanı düşünüyordu. Abisini, onu hastalığından kurtaracak bir ameliyata gireceğine inandırmıştı. Aslında ameliyat yalnızca onun acılarını dindirmek için omuriliğinin kesilmesinden ibaretti. İyi bir şey mi yapmıştı Nuri? Allah belasını versin, abisine kısa bir süre sonra öleceğini, keyfine göre davranması gerektiğini mi söylemeliydi? Ne yapacaktı, abisi ne isterdi? Acı çekmemeyi mi, iki hafta daha yaşamayı mı? Bilemiyordu. Hiç bilememişti. Doktora destek almak için bakıyordu, yaptığının doğru olduğunu teyit etmesi için. Doktor anlamsızca bakıyordu Nuri’ye, onun bakışından hiçbir şey anlayacak durumda değildi. Nuri’nin kafasının içindeki Doktor:
“Müsterih olun Nuri bey, siz iyi olanını yaptınız, ağabeyiniz yaşasa size teşekkür ederdi” diyordu.
“Keşke yaşasaydı da uzun uzun teşekkür etseydi.” Dedi Nuri sessizce yine. Başparmağındaki kiri temizlemek için tuvalete yöneldi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder