2 Ekim 2011 Pazar

Göklerdeki


Elini alnına kaldırdığını gördüm. Güneşi durdurmak istiyor gibiydi. Yüzünü buruşturmuş, önünde uzanan sonsuz yeşilliğe bakıyordu. Bir son mu araştırıyordu, anlamamıştım. Belki bir çıkış, eskiye dönmek için bir umut, bilmiyorum. Yüzünü buruşturduğu ve gözüne gelen güneşi engellemek için elini alnına kaldırdığı doğruydu sadece, o kadar.

Bütün o kesinlikten yoksun varlığıyla döndü bana, gözlerini gördüm. Daha fazla bakmaya cesaret edemedim, kaçırdım gözlerimi. Yaşlandıkça derisi buruşmuş, saçları beyazlamış, vücudu çökmüştü; gözleri hiç değişmemişti. Aynı emredici, keskin bakış. Aynı efendinin aynı bakışı.

“Gökyüzü neden mavidir biliyor musun?” dedi emreder gibi. Kafamda düzenden yoksun davullar çalıyordu, ben bir yanıt düşünüyordum, Tanrım, bu daha önce hiç karşılaşmadığım çaresizliklerden biriydi. Ne diyebilirdim? Bu buruşuk ve sert, yıllardır aynı deri kurşungeçirmezdi. Benim sözlerim içine nasıl geçecekti ondan? “Gökyüzü neden mavidir?” Bu kadar basit miydi her şey? Yani gökyüzü gerçekten mavi miydi ve bence neden miydi? Bu gözler yıllardır neden değişmemişti? Neden yıllar vücutla beraber yerin dibine gömememişti onu? Şu anda ikimiz, masmavi bir göğün altında sonsuz bir yeşilliğin ortasında iki adam değil miydik? Gökyüzü neden maviydi? Ben de tıpkı onun gibi bir adamdım ve yanıtı biliyordum.

“Güneş” dedim. Ona dönüp. Gözlerine baktım. Onunla yalnızca onun yöntemini kullanarak savaşabilirdim. Vücudundaki en küçük kemiği kırana kadar vuracaktım ona bu gerçeği. Ben biliyordum işte, gökyüzü neden maviydi, neden bulutlar vardı, yağmur neden yağardı ve Dünya güneş etrafındaki dönüşünü kaç gün kaç saatte tamamlardı. Hepsini biliyordum. “Güneş ışığı atmosferden geçerken kırılır ve gökyüzü bize mavi görünür. Sebep bu”

Dudağını büktüğünü gördüm. Dudağını, sağ tarafını yukarı doğru bükerken gözlerini benden uzağa devirdiğini gördüm. Az bir nefesi hızla verip, bir çocuğun cahilliğine sabreder gibi “Hıh” dediğini gördüm. Önüne döndü. Elini hala güneşe karşı siper ediyordu. Hiç görünmeyen bir ufka sabırlı bir bakış attı önce, sonra konuşmaya başladı:

“Hiçbir şey bilmiyorsun. Gökyüzü mavi, çünkü uzay laciverttir. Ve güneş, beyaz ışığıyla bu lacivertliği biraz açar, o kadar!” dedi. Yürümeye başladı.

Yaptığı haksızlığın farkında olmalıydı. Öyle olmalıydı değil mi? Doğru cevabı benim verdiğimi biliyor olmalıydı. Ufka yürüyen adam, uzayın lacivert olmadığını, renklerin, seslerin ve bütün piyano tuşlarının izafi olduğunu, hepsinin kafamızın içinde olduğunu, algımızın bizi yanıltabildiğini, tek gerçeğin bizlere okullarımızda fen bilgisi öğretmenlerimizce öğretildiğini biliyor olmalıydı değil mi? Ben bu çimlerin üzerinde ayakta beklerken, onun ufka yürümesi haksız olduğunu gösteriyordu değil mi? Kaçıyordu benden, korkuyordu. Gökyüzünün bir atmosfer olayından ibaret olduğunu, dünyanın ve insanların yüzde yetmişinin su olduğunu biliyordu. Buzun sudan daha hafif ve soğuk olduğunu biliyordu eminim. Aslında lacivert diye bir renk olmadığını o da biliyordu.

Ufka daha da yaklaşıyordu git gide. Küçülüyordu. Elini güneşe siper etmişti sanıyorum. Ya da arkada bağlamıştı ellerini, karşısında bir sonsuzluk değil de kat edilmesi gereken küçücük bir hapishane avlusu varmış gibi. Eski günlerdeki gibi. Derisinin henüz kurşun geçirdiği, kırışmadığı günlerdeki gibi. Sakalının hala siyah olduğu, güneşten kaçmasının gerekmediği günlerdeki gibi sanki.

Ufka vardığını gördüm. Bir anda yok oluvermişti. Neredeydi, bilemiyorduk, her şey çok ani olmuştu. Dünya üzerime çökmeye başlamıştı o yok olunca, sanki o yokken benim de burada var olmam anlamsızdı. Dünyayı kaplayan yemyeşil bir çimenlik, bir çocuğun boş hayalleri olabilirdi ancak. O olmadan var olamazdı. Ve şimdi üzerime yıkılmaya başlıyordu işte, sanki içeri doğru küçülüyordu, içindeki havayı kaybeden bir balon gibi; oradan oraya savrularak. İçindeki tüm havayı kaybedene kadar.

Bir Pazar yerinde, bir sürü insanın içinde diz çökmüş bir çocuktum şimdi. Çok ağır bir kayboluştu benimkisi. Gökyüzü kapkaranlıktı, yemin ederim. Ağzımdan salyalar akıyordu, hıçkırıyordum, ellerimi dizlerime vuruyordum ve ağlayarak bağırıyordum:

“Baba, neredesin?”

Bir adamın ufuktan çıkıp bana doğru geldiğini gördüm. Sol elini güneşe siper etmişti.