26 Şubat 2011 Cumartesi

Güneşe tapanlar

Biz, erimiş plastikten yaratıldık. Kalbimiz, bedenimizin solunda, omzumuza yakın bir yerde bir hava kabarcığından ibarettir. Ellerimiz ve ayaklarımız, erimiş plastiğin yamuk yumuk ruhunu taşır. Saçlarımız yoktur. Yemek yemeyiz ve sıçmayız. Dişlerimizi fırçalamayız. Çünkü diş fırçası, bizim etimizden yaratılmıştır.

Gözleri görmez bir zamana doğmuşuz. Ninelerimizden hikâyeler dinlerdik, onlar böyle derdi. Sonra, zamanımıza birer göz eklenmiş, bir güneş ve bir güneş daha! Soğuktan donan fakirlere Allah’tan iki güzel hediye! Sonra zamanın gözü görmeye başlamış, dedelerimizin dedeleri ve belki onların da dedeleri yaşamışlar, gözleri çok uzağı gören zamanın eteğinin altında, cilveli karıyla gönül eğlendirmişler. Sonra, zamanı gelince, geberip gitmişler.

İşte hikâye burada başlamış, geberip giden dedelerimizden birine âşık olan zaman, ölümsüzlüğü yüzünden kederlenmiş, ağlamış. Başını yerlere vurmuş önce, sevdiğinin ölüm sebebi bizzat oymuş. O olmasaymış o çok sevdiği erimiş plastik adam ölmeyecekmiş. Sonra, kendi kendine hayıflanmanın fayda vermediğini anlamış. Aşkın yarası yavaş yavaş kapanırken, bir daha hiçbir erimiş plastik adama âşık olmamaya karar vermiş, doldurmuş avuçlarını balçıkla, sıvamış iki tane güzel, sarı ve sımsıcak gözü. Hem kendini kör etmiş, hem bizi.

Hikâye bu kadarla kalmamış, devam etmiş. Balçıkla sıvalı güneşleri almaya gelmiş hamallar. Küfelerine yüklenmişler sıcaklıkları, alıp kendi memleketlerine götürmüşler. Kimine göre güneşler zaten ayak bağıymış, kimine göre bu Allah’ın açık bir cezasıymış. Kimine göre güneşlerin gitmesinde elbet bir fayda varmış, kimine göre bu kıyamete giden yolun ilk adımıymış. Neyse, güneşleri çalınmış dedelerimiz, kendi kendilerini inandırmaya hevesli, konuşup durmuşlar aralarında. Üşümüşler.

Bir vakit sonra, elinde kıl testeresiyle topraktan yaratılma bir insan çıkagelmiş. Uzun sakalı, kalın kaşları ve kara gözleri varmış. “Bakın” demiş, dedelerimize, “ben, kaybettiğiniz güneşinizi yerine koymanız için geldim, bilin ki, Allah’ın hediyesi olan güneşlerinizi beceriksiz bir şekilde kaybetmeniz, hiç kimsenin hoşuna gitmedi! Ben, Allahın bir elçisiyim, bana inanın ve dediklerimi yapın”. Hayatlarında hiç topraktan yaratılma insan görmemiş olan dedelerimiz, inanmışlar. İlk defa bir peygambere ve onun beyaz saçlarına inanmışlar.

Dedelerimiz, her gece çalışıp odun kesiyor, bu odunları talaş yapıyor, bu talaşları birleştirip bir plaka haline getirip kıl testereli peygambere veriyorlarmış. Kıl testereli peygamber bu plakayı alıyor, güneş gibi yusyuvarlak yapıyor ve ne zaman sabah olması gerekiyorsa o zaman gökyüzüne asıyor ve yakıyormuş. Böylece gece oluncaya kadar yanıyormuş tahtadan güneş, sonra sönüyor ve gece oluyormuş. Yahut gece olduğu için sönüyormuş, ninelerimiz o kadarını anlatmadı bize.

Peygamber, her topraktan yaratılan insan gibi ölmüş. Ondan birkaç yüz yıl sonra da dedelerimiz her erimiş plastikten yaratılmış insan gibi ölmüşler. Ve şimdi biz, kendi güneşimizi yapıp her sabah ona uyanıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder